Sendikacılık, Hakkı Tutup Kaldırmaktır

Türkiye’de sendikal manada birçok örgütlü yapı var.

Bu örgütlü yapılar, güçlerini eğer ki özgür ve demokratik düzlemde eylemselliğe dökebiliyorlarsa,  o zaman örgütlü yanları bir gücün tezahürü ve dışavurumu olarak karşımıza çıkabiliyor. İnanınız, böyle bir  dışavurum örgütlülüğün motivasyonunu ve enerjisini tazeliyor. Ve bu şekilde sendikalar, özgür iradeleri ile doğru bildiklerini örgütleyebiliyorlar. İdeolojik kaygılardan, siyasi etkilenmelerden ve birtakım şahsi  ihtiraslardan sıyrılarak,  gerçek olanın alanında kalabiliyorlar, kendilerini yalancıktan/sahte bir alanda oyalamıyorlar ve böylelikle  karşılarına çıkan doğruları bir araya getirebilme potansiyeline ve yeteneğine haiz olabiliyorlar. Böylece yanlışların üstesinden,  sinmiş doğruları ayağa kaldırarak ve örgütleyerek  gelebiliyorlar. Biliyorsunuz ki, doğrular çoğalırsa ve birleşebilirse,  yanlışlar adrese teslim algı ağını kuramaz. Yani doğru, yanlışa çelme takar ve yanlışın yürümesine engel olur.  Yanlış olduğu yere düşer ve biter. Doğru harekete geçip  birleştiği an, yanlışın ise o alanda hükmü geçmeyecektir. Sendikalar; bu durumda hak olanı, doğru olanı, yani ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ anlayışı ile daima insan için olanı, hakkaniyet savunuculuğunu eylemselliği kuvvetli bir şekilde kolaylıkla  örgütleyebilecektir ve bunu eylemselliğe dökebildiği kadar da hüküm sürecek, etki  ya da tesir kurabilecek ve hükmünü geçirebilecektir. Yoksa, kağıttan sendikalar, haksızlık ve yanlış  karşısında asla ama asla etten duvar öremeyeceklerdir.  Ensonunda eğilecek ve boyun eğeceklerdir. Ve danışıklı dövüş ürünü kazanımların üzerine atlayarak sahiplenme yarışı içinde olacaklardır. Ama ne yazık ki, ülkemizde sendikacılığın,  tıkandığı bir dehlizde, bir açmaz ve çıkmaz girdabının içinde dönüp durduğunu görebiliyoruz, bu gerçek yadsınamaz. Bu halin ise devamlı korkuyu saldığını, endişeyi ve kuşkuyu sardığını,  sendikaların çaldıkları her plakta da kitleler üzerinde bunun olumsuz etkisinin ne boyutlara  ulaştığını duyumsayabiliyoruz. Bu hal,  doğrunun ve haklının sıkı ve koyu savunucusu olabilmekte  ve bunları örgütleyebilmekte yetersiz ve eksik kalıyor. İşte bu nedenle sendikalar,  gelişmiş sendikacılığın standartları  altında debeleniyor.  Bu debelenmenin, ideolojik endişeler, siyasi etkilenmeler, şahsi birtakım ihtiraslar  ile baskılanması sonucunda bir kısım kimselerin  sendikaların üzerinde tepinme halinde oldukları ortaya çıkıyor. Dilerim, bu tepinme bir gün ters teper de, sendikalar şöyle rahat bir nefes alır ve daha özgür-demokratik iklimde bir hava soluyarak gelişmiş sendikacılığın standartları üzerine çıkabilirler.

Pekala, sendikal manada halihazırdaki  örgütlü yapılar,  doğruyu mu; yoksa –mış gibiyi mi örgütlemekteler? İdeolojik, dinsel ve inançsal boyutta dava türünde benzerliklerle mi kitleler örgütlenmekteler? Bu örgütlenme modeli ve şekli  demokratik kitle örgütüne ne kadar  yaraşır ve yakışırdır? Türkiye’de örgütlü yapıların içindeki bu tür benzerlikler,  kendi kendini kısıtlamayı ve otosansürü beraberinde getirmiyor mu? Yukarıdaki mülahazalara bağlı birkaç soru ve bunları çoğaltabiliriz. Dilerseniz, özel bir örneğe indirgeyerek,  konuyu tümdengelim biçiminde değerlendirerek  ele alalım. Bu mülahazalarımızdan sakın ola şu anlaşılmasın, sendikalar tamamen siyasetten kopsun hiçbir bağı olmasın demiyoruz, lakin özgür iradelerini yansıtabilen  demokratik kitle örgütü olabilmeleri için ideolojik ve dava türünden aidiyet-irtibat-iltisak ve iltihak ile siyasetle ilişkilendirilmemeliler. Yoksa,  şunu  biliyoruz ki, sendikalar,  hakkın ve hukukun ve adaletin ve sınıf mücadelesinin  siyasete dokunabilmesi ve tesiri altına alabilmesi için örgütlü güç depolayan yapılardır. Sendikalar, siyasete, ideolojik olarak eklemlenen ya da ondan etkilenen değil;  ayrımsız bir şekilde kitlelerin haklı mücadelesinde onların yanında durarak,  siyaseti etkileyen ve siyasete dokunabilen bir kimlikle karşımıza çıkmalılar. Yoksa, sendikalar  siyasetin huzurunda el pençe divan ona eklemlenmiş ve ondan etkilenmiş  yapılar olurlar. Daha fazla uzatmadan vereceğimiz özel bir örnek ile konuyu değerlendirelim:

Mesela, Sayın KONCUK’un  16 Nisan referandumundaki tercihini  ‘hayır’ olarak  açıklaması ile yer yerinden oynadı ve bir grup ülkücü genç bu tercihe,  üzerine vazife olmamasına rağmen  müdahale ihtiyacı duydu ve iki kez sendika genel merkezi önünde, Sayın Koncuk’un bu demokratik hakkı engellenmeye çalışıldı, hatta istifaya bile zorlandı. İstifasını isteyenler ise sendika üyeleri değil,   bir ideolojik grup idi. İşte, sendikacılığın dava türü ideolojilerle irtibatı, kısmen ya da külliyen demokratik hakların kullanımında, özgürlükleri engelleyici ve kısıtlayıcı bir role, bu olaydan da anlaşılacağı üzere bürünebiliyor.

O an şunu düşündüm, bir sendika örgütünün başında bulunan Sayın Koncuk’un bu demokratik tercihine neden ülkücüler müdahale ihtiyacı duyuyorlar? Neden onu istifaya çağırma hakkını ve vazifesini kendilerinde görebiliyorlar? Sendika üzerindeki ideolojik vesayetin,  bir sendika başkanını nasıl kıstırdığına, onu nasıl hareketsiz kıldığına tanıklık etmekteyiz. Türkiye’de ideolojik ağırlığı olan sendikaların,  demokratik haklarını kullanmada, nasıl bir yere kadar, bir sınır çizgisine kadar  gidebildiğinin en yalın anlatımıdır Sayın KONCUK’un ‘hayır’ tercihinden sonra yaşananlar. Sanki sendikal örgütlenmeler, ilişkili olduğu siyasal ya da ideolojik örgütlenmelerin çizdiği sınırlara kadar sendikacılık yapacakmış gibi, demokratik değerleri savuncakmış gibi bir izlenim hala etkisini korumaktadır. Bu hal, yalnızca bir sendikal örgütlenme için geçerli değildir, Türkiye’deki diğer sendikal örgütlenmeler için de geçerlidir. Yani aklınızdan geçen bir doğruyu ifade edebilmeniz, bir sendika başkanı olarak, kendi içinizde dahi size bir karşı cephe kurulmasına yol açabilmektedir.

Demokratik kitle örgütü olarak nam salan sendikaların, ideolojik ve siyasal müdahaleler ile nasıl demokratik haklarını dahi kullanmakta sınırlandırılabileceklerinin ya da kısıtlanabileceklerinin bir örneğine tanıklık ediyor olmamız, hala sendikal örgütlülük arenasında zihnen bir gelişimin ve değişimin olmadığının bir ispatıdır. Sayın Ali YALÇIN, ‘hayır’ diyeceğini açıklasaydı eğer, o zaman da başka gençlik örgütleri mi sendika genel merkezi önünde bitecek ve demokratik kitle örgütünün başındaki kişinin demokratik tercihine müdahale edecekti? Referandum sürecinde verilen böyle görüntüler, elbette demokrasimizin gelişimini engeller ve sendikacılığın özgürlük alanını  kısıtlar ve sınırlar. İdeolojik ya da başka saiklerle ilişkilendirilen sendikaların,  üzerlerindeki vesayet rejimi de böylelikle hükmünü sürer. Sendikacılık;  hak mücadelesini başka başka fikirden insanların verdiği yapılanmalardan, giderek  ideolojik/siyasi amaçlar ve menfaatler  ile abluka altına alınmış bir hüviyet kazanır. Bu hüviyet,  sendikacılığın kendisini bulmasına hizmet etmez. Aksine, sendikacılığı bir kalıp içinde eritir. Nicel yönden artsa bile, bu vesayet ve abluka ile sendikacılığın hem önü kesilir hem de sendikacılık eli kolu bağlı yapılar olarak bir esaretin içinde toplanmayı-birleşebilmeyi-yürüyebilmeyi yani hareket ve ifade özgürlüğünü  tam manasıyla sergileyemez.

Sendikal yapılar ne olursa olsun, kendi doğrularını ifade edebilme, bu ifadelerini eyleme dökebilme özgürlüğüne  sahip olabilmeliler. Sayın Ali YALÇIN’ın ne kadar ‘evet’ hakkı ve özgürlüğü varsa,  bir sendika başkanı olarak da Sayın KONCUK’un  o kadar  ‘hayır’ hakkı ve özgürlüğü bulunmaktadır. Ama görmekteyiz ki, bu süreçte Sayın Yalçın ‘evet’i meydanlarda ve salonlarda anlatabilecekken, Sayın Koncuk ‘hayır’ı meydanlarda ve salonlarda anlatamayacaktır. Bunun nedeni ise siyasal ve ideolojik vesayetin sendikaları ne denli kıstırabildiği ve elini kolunu bağlayıp hareketsiz kılabildiği ile açıklanabilir. 

Sendikalar, kendi bildikleri doğruları,  hiçbir iradenin etkisi altında ve siyasal/ideolojik baskıya maruz  kalmadan örgütleyebilmeliler. Bu örgütlenme şekli ve modeli  için sendikalarımızın hala özgürlük alanları dar. O alana dış müdahale ile,  o alana sınırlar çizilerek,  ‘demokrasi oyununu,  bu alanda oynayacaksın’ telkini yapılıyor sendikalarımıza.   Bu nedenle, sendikalarımız demokratik kitle örgütü olma bilincine bir türlü erişemiyor ve bu bilinç ile hareket edemiyor, hareket alanını özgürleştiremiyor. Bir yere kadar demokratik kitle örgütü olabilme yeteneğine sahip oluyor. Sonrası zararlı sayılıyor. Bundan dolayı da, sendikacılığımız gelişmiş sendikacılık standartlarının altında kalıyor. Gelişmiş  sendikacılık ile yarışamıyor. Tüm veriler, bizim bu kanaatlerimizi kanıtlar niteliktedir.

 Sonuç olarak, doğrularla değil, -mış gibi örgütlenilirse, gerçek Dünya değil, sahte bir Dünya yaratılır. Ve sahte, gerçekmiş gibi algılanır.  Onun için doğrular örgütlenemez, korkar, çünkü endişesi vardır, halihazırdaki özgürlükleri ve hakları da  elinden alınabilir, onun için  bu riski göze alamaz. Ama risk alınmadan da, doğrular yalnız kalmış olur, doğruyu söyleyenler dokuz köyden kovulur, doğru yalnız kalınca nasıl örgütlenebilir, öyle değil mi? Onun için sendikalarımız, önce kendi içlerinde doğrularına saygı duymalılar, demokratik kitle örgütü olduklarını ancak böyle gösterebilirler, yoksa doğrularınıza ideolojik/siyasal bakımdan sınır çizildiği an size ayrılan alanın dışına çıkamadığınız gibi alan dışına çıkanları dokuz köyden kovmanın peşine düşersiniz...

Doğrularınızın dokuz köyden kovulsa dahi onuncu köyde ikameti için bir yol bulun, yoksa çölün ortasında yalnızlığa ve kaderinize boyun eğmeye mahkum olursunuz.

Sayın KONCUK’un bu duruşu, gelişmiş sendikacılık için  bir örnektir  ve  saygı duymayı hak etmektedir. Dileriz, sendikalar için bu duruş bir kapı aralamış, bir yol açmıştır.

Saygılarımla...

Yusuf SEVİNGEN

İlk yorum yazan siz olun

Yorum yazarak topluluk şartlarımızı kabul etmiş bulunuyor ve tüm sorumluluğu üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Mebpersonel.com İnternet Sitesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Sendikalar Haberleri